15 TEMMUZ GECESİ

15 Temmuz bir milât olsun; Hainliği, kahpeliği, satılmışlığı, adamlığı, adanmışlığı, vatanseverliği, birliği, beraberliği ve bu birlik ve beraberliğin nelerin üstünden gelebileceğini unutmayalım, unutturmayalım, gelecek nesillerimize de faydalı olabilmek adına, kendi yaşadıklarımızı kaleme alarak şanlı tarihimizin bir parçası da biz olalım istedik ve şu cümleler döküldü dilimizden, yüreğimizden… 


15 Temmuz 2016 saat 22.35 sularında yatsı namazından çıkıp eve girmiştim ki telefonumun birkaç kez aranmış olduğunu gördüm. Telefonumu elime alınca aramalar devam ediyordu. Arayanlar,  ‘jetler alçak uçuyor bir karışıklık var, ne oluyor, darbe mi oluyor’ gibi sorular soruyor, ne kadar tedirgin olduklarını dile getirmeye çalışıyorlardı. Ben de “Olur mu canım öyle şey? Kim, neye, niye darbe yapacak, nerden ve nasıl kendinde bu cesareti bulacak?” diye cevap veriyordum. O dakikalarda televizyonlarda net bir şey yoktu. Tek bildiğimiz Başbakanımız Binali Yıldırım’ın yaptığı şu açıklamaydı: “Kalkışmaya teşebbüs var ama bastırılacak inşallah.” Bu açıklamanın da vermiş olduğu rahatlıkla saat 23.08’de twitter hesabımdan şu mesajımı paylaştım: “Provokatörlerin gayretiyle ortada bir bilgi kirliliği var. Panik havası oluşturmak tek dertleri. Bunlara itibar etmeyip sükunetimizi koruyalım.” Mesajı yayınladım yayınlamasına ama içim hiç rahat değildi. Öyle ki dakikalar değil saniyeler rahatımı kaçırıyor, içim içimi yiyordu. Endişem her saniye daha da artıyordu. Metin Bey’i telefonla arayarak durumdan haberdar ettim “ne yapacağız” diye sordum? Kendisinin de ilk tepkisi “olmaz öyle şey” oldu. Ancak kısa bir süre sonra beni geri arayarak maalesef haberlerin kötü olduğunu, darbe haberlerinin ne yazık ki gerçek olduğunu, Ali Bey’le görüşüp tekrar bana döneceğini söyledi. Beklerken stres ve sıkıntıdan yerimde duramıyor, işgale yeltenenlere kızgınlığım, öfkem iyiden iyiye artıyordu. Her şeye rağmen sakinliğimi, dinginliğimi korumalıydım. Bu gelgitlerle içim içimi yerken Semih Bey’i de haberdar etmem gerektiğini düşündüm ve hemen arayıp yaşadığımız ihaneti anlattım. Dakikalar ilerledikçe olayın bizim sandığımızdan çok daha ileri boyutta olduğunu resmen işgal yeltenişiyle karşı karşıya olduğumuzu fark ettik.  Vakit ilerledikçe ne yapmamız gerektiğine karar vermeye çalışıyorduk. Derken Semih Bey, Metin Bey, Himmet Bey ve ben saat 23.18 civarı buluştuk, Semih Bey’in arabasıyla evlerimize bir daha dönemeyeceğimizi düşünerek yola çıktık.


Artık işgal girişimi olduğundan zerre şüphemiz yoktu. Telefonuma gelen aramaların bazılarına cevap verebiliyor bazılarını duyamıyordum bile. Evden çıktık çıkmasına ama o telaşede nasıl çıkmışım bir de bana sorun. Ne giyeceğimi bile bilememişim çok sonra farkına vardım ki iki tişörtü üst üste giymişim. Saat 23.18 bilemedin 23.20 gibi evden çıktık.  Önce Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin oraya gidelim, dedik. Ankara’yı bilenler hatırlayacaktır. Çiftlik kavşağına geldik. Polis yolu kapatmaya çalışıyor. Bize “geçemezsiniz” diyordu. Biz geçmek için ısrarcı olunca “Geçerseniz ölürsünüz.” dedi.  Milletimin evlâdı polis kardeşimdi bunu söyleyen. İçim kan ağlamıştı bunu duyunca. Ama biz “Bırak ölmeye geldik zaten kardeşim.” deyince alnı öpülesi polis kardeşim “Hayır, olmaz biz ölmeden size ölüm yok” cevabını verdi.  Ne muazzam bir yürek ve cesaret. O gece Rabbim bizlere cesaret, hainlere korku verdi çok şükür. Artık hepimiz devam eden dakikalarda ölümle kucaklaşma ihtimalini yavaş yavaş kanıksıyorduk.

Daha sonra Çiftlik Kavşağı’ndaki polislerden müsaade alamasak da geçmiştik oradan, geçmeliydik ülkem bu durumdayken eli kolu bağlı durmak hiçbirimize yakışmazdı. Çünkü biz Çanakkale ruhunun varisleriydik. Artık Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne Gazi Mahallesi tarafından çıkan yolun ikiye ayrıldığı noktadan 100-200 metre Külliye tarafındaydık. Burada da polis vardı ve külliyenin daha yakınına yaklaşmamıza müsaade etmiyordu. Bu arada üzerimizde savaş uçakları, helikopterler uçuyordu. Sağa sola mermiler bombalar yağdırıyordu. Bu görüntüleri hayatım boyunca sadece bilimkurgu ya da savaş filmlerinde görmüştüm. O esnada içimden şöyle geçirdim ve Semih Bey’e de söyledim “Sen misin Müslümanların ve mazlumların hamiliğine soyunan Türkiye, al sana.”  Türkiye’mizin büyümesini, kutlu yürüyüş ve yükselişini hazmedemeyenler için söylemiştim bunu elbette. Kalabalık en fazla 100 kişiydi ancak sürekli gelenler vardı. Bu sırada Metin Bey’e bütün teşkilâtımıza “Geleceğimiz için meydanlardayız.” mahiyetli bir mesaj atalım dedim. Birkaç saniye tefekkürden sonra ‘tamam’ dedi ve saat 00.10 civarında bu mesajı bütün teşkilatımıza gönderdik. Üzerimizden sağa sola hareket eden uçakları yanan küçük bir ışıkla fark edebiliyorduk. Bulunduğumuz yerden net göremesek de bombaların, mermilerin hedeflerinin MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı yerleşkesi) üzerine veya yakınlarına, Gölbaşı Polis Özel Harekât Merkezi’ne, Genel Kurmay Başkanlığı’na vs. olduğunu anlayabiliyorduk. Mermi uçaktan veya helikopterden atılıyor önce sesi duyuyor 1-2 saniye sonra mermilerin geçtiği istikameti (çizgisel ışığı) görüyordum. Yani sıkılan merminin sesini duyduktan 1-2 saniye sonra bizlere de isabet etme ihtimali vardı. Tereddütsüz ölüme gidiyorduk… 


Etrafımızda yurdumun güzel insanları: kiminin kucağında kundaktaki bebesi, kimi yaşlıca dedem, kimi 18’inde delikanlı kardeşim, kimi gelinlik çağında bacım, hatta kimi çocuk… Bu ne güzel bir tablo Ya Rabbim! Tekbir sesleri yükseliyor. Kurt işareti yapan da orada, rabia işareti yapan da orada, zafer işareti yapan da orada. Tesbihini çeken de orada. Kur’an okuyan da orada. Ellerini semaya açıp dualar eden de orada. Bir kenara çekilip namazını kılan da orada. Vatanın ne demek olduğunun idrakinde olanların tamamı orada vesselâm.


Bir ara bir kenara çekilip hem ağlıyor, hem dua ediyordum. Daha birkaç saat öncesine kadar dualarım doğum sancısı çeken kız kardeşimin acılarının dinmesi, sevgili yeğenimin sağlıklı sıhhatli dünyaya gelmesiyken şu an neler yaşıyorum, neler yaşıyoruz, nasıl bir imtihan veriyoruz ülke olarak Allah’ım!  Duyguların ifadesi çok zor bir andı. Kelimeler anlamını kaybetmiş sanki. Bu duygu yoğunluğu ve karmaşası içinde biraz daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne yaklaşmak istiyorduk ancak polis izin vermiyor, kalabalık vakit geçtikçe artıyordu. 


Bu sırada eniştem Yılmaz’ı aradım: “Kardeşim biz ölümle burun burunayız, annemleri yengeni arayamıyorum hakkınızı helâl edin benimki helâldir” dedim. Dedim demesine de konuşmamı ağlamadan tamamlamayı başaramadım. Yılmaz’la hıçkırıklarımızla anlaştık adeta. Vatanım tehlikede evlâtlarım, anam, atam, devletim, meclisim dahi hainlerin saldırılarına maruz kalmış. Nasıl ağlamayayım. Hainleri engellemek için kullanabileceğim telefonum ve bozuk paralarımdan başka metal bir şeyim yoktu. 
Sanırım saat 00.30’du. Reis televizyona telefonla bağlanmıştı. “Halkımı meydanlara davet ediyorum” demişti. Reisimizin sağlıklı oluşuna ve işgalcilere boyun eğmeyişine hem sevindik hem cesaretlendik. 


Bu ara Semih Bey “Seydioğlu vurulmuş, o tarafa gidelim” dedi. Yani bizim olduğumuz yerin karşı tarafına geçmeliydik. Yani Külliye’yenin Gazi Orduevine bakan tarafına çıkan yol. Bir saniye dedim Metin Bey’i aradım sağıma soluma bakındım ne kadar seslendiysem o esnada kendisine ulaşamadım. El mahkum yürümeye başladık. Yürürken bir yandan Orhan kardeşimi arayıp haber veriyor, bir yandan da ambulansın oraya yaklaşıp yaklaşamayacağını öğrenmeye çalışıyordum. Ben telefonlarla da meşgul olunca Semih Bey ve Himmet Bey 6-7 metre kadar ilerlemiş oldular. Derken Atatürk Orman Çiftliği’nden Gazi Orduevi’ne çıkan yolun orada, üzerinde sırt sırta oturan 10-15 askerin olduğu askeri araçları gördüm. Önce sevinecek oldum bize ve milletime yardıma geldiler diye ancak asker kardeşlerimin nerde olduklarını, amaçlarının ne olduğunu bilmedikleri zannı oluştu bende kendileriyle göz göze gelince. Askeri araçlar ardı ardına geçiyordu. Ben de yolun karşısına geçmeye çalışıyordum. Karşıya geçerken yolu enine bölen hendekvari oluşuma sol ayağım takılıp kaldı. (kablo vs. geçirmek için önceden yarılarak açılan yer ) Ayağımı artık alamıyordum. Yolun ortasında kalmıştım ve 2 metre yakınımdaki askeri araç durmuştu. Geçmemi bekliyordu galiba ama saniyeler çok uzamış saatlere dönmüştü o an. Çünkü araç her an hareket edebilir ve bilerek yapıyorum kanaatiyle üzerimden geçebilirdi. Neden orda olduğunu bilse ve darbecilere teslim olmuş birisi aracı kullanıyor olsa zerre şüpheniz olmasın beni oracıkta ezer geçerdi. Semih Bey geri dönüp “Hadi ne duruyorsun yürüsene”  dedi ama ayağımı çıkaramıyordum. İlk anda anlamadılar ayağımı çıkaramadığımı ben de o hengâmede sesimi duyuramıyordum zaten. “Gelin yardım edin bana, ayağımı alamıyorum” nidamı sadece kendim duyuyordum. Neden sonra Semih Bey durumu anlamış olsa gerek geri gelip ayağımı çıkardı o hendekvari yerden. Ayağım biraz ezilmişti ve hafif kanıyordu. Ama içimin yangınının yanında esamesi okunur muydu şuncacık yaranın? Sonra, külliyenin kapısına doğru yürümeye devam ettik. Külliyenin bu tarafındaki yolda polis tedbir almayı unutmuş olmalı. Bu hengâmede normaldi belki de.  Birkaç  askeri araç hatta sivil araç rahatlıkla yukarıya doğru gidebilmişti. Biz de yolun 200-300 metresini yukarıya çıkan bir araca binerek gittik. (Ayağımın hafif ağrısı vardı). Bunu polisimize hata atfetmek için söylemiyorum elbette, araçların çok rahat geçişini izah edebilmek için söylüyorum.  Biz Seydioğlu’na ulaşana kadar kendisi özel bir hastaneye ulaştırıldı. Net hatırlamıyorum bunu kimden öğrendiğimi ama Orhan olabilir diye düşünüyorum. 


Artık Külliye’nin Millet Camii’nin zıttı tarafındaki kapısının önündeydik. Kıyafeti düzgün kravatlı bir adam (bu adamı tekrar görmeyi çok isterim) kalabalığı yönlendirmeye çalışıyordu. Bazen bir aracın üzerine çıkıyor bazen yere inip konuşuyordu. Özetle: “Bu hak-batıl mücadelesidir. Yatağını seven gidebilir. Biz buradan ayrılmayacağız, ayrılmamalıyız” diyordu. Çok takdir etmiştim bu zatı. 
O ara polis kardeşlerimiz bizlere yani sivil halka hitaben gelen askerler için “Bize destek güç gelecekti. Ama bu gelenler bize zarar vermek için mi yoksa destek vermek için mi geldiler bilmiyoruz, onları kapının daha yakınına yaklaştırmayın” dediler.  Çok şükür askeri araçları ve askerleri engellemiş, kapıya yaklaştırmamıştık. Ama askerler de silâhlı oldukları halde silah kullanmaya yeltenmemişlerdi. Bir iki vatandaşımız o anki duygu yoğunluğu ve karmaşasıyla askeri araçlardan bir tanesinin camını kırmıştı. Benim de aralarında olduğum bir kısım insanımız da, askerlerin etkisiz hale geldiğini,  araçların bizim malımız olduğunu, araçlara zarar vermememiz gerektiğini savunuyorduk. Ancak camı kıran kardeşimizin derdi öfkesini dindirmekti. Yoksa o da vatanı ve milleti için oradaydı. O an en çok vatandaşların bu tarz küçük tartışmaları büyütüp birbirine düşmesinden çok endişe etmiştim. Ama çok şükür bu asil millet o gaflete düşmemişti. 


Külliyenin diğer tarafındaki kapısına yakın Jandarma Genel Komutanlığı yer alıyor oraya daha çok ateş açılıyordu. Bir ara komşum Hasan Bey’in telefonundan arandım arayan Metin Bey’di. ‘Biz buradayız, sen neredesin’ diye sordum o da külliyenin Millet Camisi tarafında olduğunu söyledi. 


Bazı arkadaşlarla haberleştiğimizde doğruluğundan emin olamasak da saat 02.00’den sonra uçakların yakıt ikmali yapamayacaklarını öğrenmiştik. Saat 02.15 olmuştu ve uçakların sayısı biraz azalsa da hala tehlike ve ateş açmalar devam ediyordu.


Sayısız defa bomba sesi duydum. Kaç defa yere yattım hatırlamıyorum. Bazen anlamsız anlamsız olduğum yerde sağa sola dönüyordum. Sonik patlama denilen olayı o gece saat 03’ten sonra öğrendim. Sonik patlama: Uçakların ses hızına ulaşmaları veya bu hızı aşmaları sonucu çıkan yüksek gürültülü bomba patlamasını andıran ses. Hainler insanları korkutmak için bunu defalarca yapmışlardı.


Saat 04.00 sularında havadaki uçak ve helikopter sayısı azalmıştı. Ancak patlamalar devam ediyordu. Her geçen dakika artık hainlerin başaramayacağını, bunların son çırpınışlar olduğunu düşünüyorduk. Bu ara Seydioğlu’nu ziyaret edelim dedik. Eskişehir yolu üzerindeki özel bir hastanede tedavi altına alınmıştı. Yürüyerek hastaneye vardık. Hastanenin bütün ışıkları kapalıydı. Sandığımızın aksine Seydioğlu ciddi bir yara almış hatta ölümün kıyısından dönmüştü. Hastanedeyken dahi kaç defa bomba sesi ve sonik patlama sesi duyduk bilemiyorum. Binanın içindeyken sanki deprem oluyor hissi veriyor insana. Sabah namazı vakti girmişti. Hastanenin mescidinde namazımızı eda ettik. Bu arada bir  şehidimizin daha geldiğine üzülerek tanık olduk. Sonra yine külliyenin oraya geldik. Yavaş yavaş gün ışımaya başlamıştı. Saat 06’ya geliyordu. Sonik sesler ve patlamalar iyice azalmıştı. Havada 1-2 tane helikopter kalmıştı. Himmet Bey ve Semih Bey’e “Artık gün ışıdı evlerimize gidip biraz istirahat edelim, gün içinde işlerimiz olacaktır” dedim. Saat: 06.00-06.10 arası evlerimize doğru yola koyulduk. Bizim ayrılışımızın 15-20 dakika sonrası helikopterden ateş açıp, başka canlara kıymıştı şerefsizler. 


2-3 saat uyumaya çalıştım, telefonlarım durmadan çalıyordu. Çağrılarıma cevap veremiyor, uyku da uyuyamıyordum. Meğer elleri öpülesi anacığım bana ulaşmak sesimi duymak istiyordu.  Yılmaz’a eve gelip biraz istirahat edip çıkacağım demiştim ama ana yüreği işte sesimi duymadan içi rahat etmiyor, canımın tenimde olduğuna veya yaralanıp hastanede olmadığıma inanmıyordu. Saat 09.00 gibi ailemi arayarak iyi olduğumu haber ettim onlara.


Öğleden sonra Memur-Sen olarak Meclis Genel Kuruluna katıldık. Başbakanımızın ve muhalefet partilerinin genel başkanlarının işgal karşıtı açıklamalarına ve ortak bildirilerine şahid ve destek olduk. 
Akşamına Milli İrade nöbetlerine başladık. (16 Temmuz 2016 itibariyle)
Rabbimiz(cc) bizlere bir daha böyle şeyler yaşatmasın. Milletimizin birlik ve dirliğini daim kılsın. 
O gece şunu daha net öğrendim. Bu millet ideolojisi ne olursa olsun mevzu vatanı ve iradesi olunca anında aynı safta yer alıyor ve kimseye pabuç bırakmıyor. Ötekimiz yok bizim. Ötekileştirmeye çalışanlarda asla başarılı olamayacak.
O gece çok şükür ki Çanakkale’deki ecdadımızın torunları olduğumuzu, öyle birilerinin sandığı gibi, amaçsız ve başıboş bir gençliğimiz olmadığını gösterdik.


Bundan böyle yapmamız gerekene gelince herkes olduğu gibi kalacak ve kimse görüşünden, yaşam tarzından ötürü bir diğer kardeşini ötekileştirmeyecek. Bizim ne gidecek başka yerimiz ne de sığınacak başka limanımız var. Biz birlikte TÜRKİYE’YİZ. 
Selâm olsun 15 Temmuz kahramanlarına. Selâm olsun Ülkemin güzel insanlarına. Selâm olsun asil Milletime. Lanet olsun millet iradesine kastedenlere ve onların hain işbirlikçilerine…


Yıllar sonra bu yazımız okunduğunda daha net anlaşılsın diye yazımızda geçen şahısları açıkça tanıtmak istedim. O gece telefonla görüştüğüm ve buraya ismini yazamadığım, hatırlayamadığım arkadaşlarım, akrabalarım ve dostlarım affınıza sığınıyorum. 

Reis: Recep Tayyip ERDOĞAN (Cumhurbaşkanı)
Ali Bey: Ali YALÇIN (Memur-Sen Genel Başkanı)
Metin Bey: Metin MEMİŞ (Sağlık-Sen Genel Başkanı)
Semih Bey: Semih DURMUŞ (Sağlık-Sen Genel Başkan Vekili)
Himmet Bey: Himmet BAYAR (Sağlık Genel Başkan Yardımcısı)
Seydioğlu: Mustafa SEYDİOĞLU ( Sağlık Bakan Müşaviri- Eski Personel Genel Md. Yardımcısı)
Orhan: Orhan PEHLEVAN (Ankara Sağlık Müdür Yardımcısı)
Hasan Bey: Hasan YILDIZTURAN (Aşti’de Kitapçı-Komşum)  
Yılmaz: Yılmaz ARSLAN (Cemile Bacımın Eşi)

  • PAYLAŞ :